Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin
ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy; (Tâhâ
25-26-27-28)
Rabbim göğsüme genişlik ver
kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir,
Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayırla başlat hayırla tamamlat, rabbim kolay
kıl güç kılma amin, amin, amin.
Değerli Kur’an dostları bugün
inşaAllah dersimize Hümeze suresi ile başlayacağız. Hümeze suresi elimizde ki
mushafta 104. sırada yer alan bir sure. Adını ilk ayetinden alıyor. Hümeze ve lümeze aslında birbirinin zıddı,
birbirinin karşıt kutbunda olan iki kelime. Kur’an ın özelliklerinden biridir
meseniy; çift kutuplu olmak. Onun için Kur’an bize hep iki kutup arasında
götürür ve getirir, tabir caizse ruhumuzu iki kutba gerer ve o gerilimden bize
bir hassasiyet üretir. Gerilmeyen tel güzel tını vermez, gerilmeyen deriden
güzel ritim çıkmaz ya onun gibi sayın. Birini ahirete diğerini dünyaya bağlar.
Birini akla diğerini ruha bağlar. Birini maddi varlığa diğerini metafiziğe
bağlar. Birini duyguya diğerini düşünceye bağlar. Birini cesede diğerini ruha
bağlar ve yaklaşan tehlikeyi böylece haber alırız. Şeytanın ayak seslerini işte
bu gerilim sayesinde duyarız, tabii ki meleklerin kokusunu da böyle alırız.
Kur’an ın meseniy özelliği ki
Kur’an bu özelliğine bizzat kendisi vurgu yapar ve bu ismi bizzat kendisi
verir. İşte bu özellik gereği Kur’an da çifte kavramlar vardır, bunlardan bir
tanesi de hümeze – lümeze dir.
Bu sure Mekki bir sure, Mekke de
nazil olmuş. Kıyamet suresi ile Mürselât suresi arasına yerleştirmiş ilk tertip
sahipleri ki yaklaşık ilk yıllara, belki ilk veya 2. yıla yerleştirebiliriz bu
surenin iniş zamanını.
Surenin konusu baştan ayağa
kibirli, müstekbir bir tipin psikanalizini yapıyor. Psiko analizi. İlginçtir
belki bu sureye psikanaliz suresi bile demek mümkin. Tabii Allah’ın gör dediği
yerden bakınca tiplerin psikanalizi nasıl yapılır sualinin de cevabını
buluyoruz. Dolayısıyla psikanalizin kendisine nispet ettiği Froyd un; insan psikolojisinin
temeline libidoyu, şehvet duygusunu yerleştirdiğini biliyoruz.
Rabbimizin yaptığı psikanalizde
aslında insanın özü itibarıyla temiz olduğu halde, insan içinde ki negatif
tarafı sulayınca, insan dünyevileşince yani insan temiz tarafını örtünce,
fıtratının üstünü kalın bir küfür perdesiyle örtünce neye döner, başına ne
gelir, nasıl kendisine yabancılaşır, nasıl kendisi ile mesafesi açılır, nasıl
kendi kendisinden kaçar ve tanınmaz olur işte bu surede biz onu görüyoruz.
İftira, tahkir, küçümseme, alay,
gıybet hatta, ayıp arama, kusur arama, kusur bulma. Bütün bu hastalıklı
tavırların arka planını bu surede görüyoruz. Bunların temelinde yatan şey
dünyevileşme. Surenin 3 ve 4. ayetleri bize bunu zaten veriyor. Elleziy cemea mâlen
ve addedeh, Yahsebü enne malehû ahledeh bu ayetler bütün bu
hastalıklı tavırların temelinde dünyevileşmenin yattığını gösteriyor.
Dünyevileşme öyle korkunç bir
sapma ki bu sapma Allah resulünün ağzından hubbud dünya ra’sı külli hatıyyeh dünya
sevgisi aklınıza gelen tüm hataların, tüm günahların, tüm sapmaların, tüm
yabancılaşmaların başıdır buyurur. Aslında efendimizin bu muhteşem
tespitlerinin arka planında Kur’an yatar. Mesela Hümeze suresini bir cümlede
özetle deseydiniz Allah resulüne Allah’u âlem böyle özetlerdi. Onun için bize
nakledilen her sahih hadisin Kur’an dan bir aslı vardır aslında, efendimizin
bir tefsiridir bu hadisler. Ya hayatı ya insanı ya Kur’an ı, ama neyi tefsir
ediyor olursa olsun mutlaka vahyin verdiği bakış açısıyla, vahyin inşa ettiği
zihinle, vahyin inşa ettiği tasavvur ve akılla tefsir ediyordur.
Mal; surede takva dışında ki her
şeyi temsil ediyor. Adeta takva karşısında mal sevgisi, tabii ki dünya malının
kendisi değil, mal Allah’ın nimeti, mal Allah’ın ihsanı. Kur’an ın hiçbir
tarafında servet mücerret olarak yerilmemiştir, kınanmamıştır, mal sahibi olmak
kınanmamıştır. Tıpkı Tekasür suresinde olduğu gibi tutku kınanmıştır, mal
biriktirme tutkusu. Bu tutkunun insanı nerelere götürdüğü belli onun için tutku
ile sarılmak. Tutku tutuklar onun için insanın tutuklanmasını istemiyor
rabbimiz,
İnsanın mal tarafından
tutuklanması ne demek? Şerefli bir varlık olan insanın kendisinden daha aşağı
değerde ki varlıklara köle olması demek. Yani süvarinin ata değil, atın
süvariye binmesi demek. Mal çok iyi bir köledir fakat çok berbat bir efendidir,
onun için rabbimiz malla insan arasında ki ilişkiyi seliym bir yere oturtur,
oturtmamızı ister. Malın efendimiz değil, malın kölemiz olmasını ister. Bütün
Kur’an da insan ve servet ilişkisinin özeti budur. Mal insanın efendisi olursa
insan malın kölesi ve kulu olursa insan vahşileşir, insan nesneleşir, insan
şerefinden olur. Eğer mal insanın kölesi olur insan malın efendisi olursa mal
yaratıldığı yerde tutulmuş olur, sırtına binilir, bir Burak gibi insanı
götürür, yükseltir. Onun için her şey Allah’ın koyduğu yerde durmalı, Allah’ın
yarattığı bir yer var ve her şey yerinde olmalı surenin mesajı bu. Şimdi
suremizi tefsire geçebiliriz.
Aslında sözün özü şu; başkalarının
hatasını aramak, başkalarını karalamak, çekiştirmek, arkasından olsun önünden
olsun. Gıyapta olsun vicahta olsun başkalarının hatasını aramak ve bunun
listesini yapmak Allah’tan rol çalmaktır. Evet, Allah’tan rol çalmaktır.
Neden öyle? Çünkü insanın
hesabını Allah tutar, insanın hesabını Allah görür, hesap gününün hâkimi
Allah’tır. Rabbimizi; başkalarının hatasını arayan, kaş göz eden, onları tahkir
eden, onların kusurlarını yüzüne vuran veya arkasından söyleyen bu müstekbir
tipi ele alırken bize şunu veriyor. Hepinizin hesabını görecek olan Allah’tır,
Allah’tan rol çalmaya kalkmayın. Hesap gününün hâkimi olan rabbinize iman etmek
yerine, onun bir gün hesap soracağına iman etmek yerine, hesap gününü inkâr
edip, gelip siz dünyada birilerini hesaba çekeceksiniz öyle mi? Aslında zımnen
böyle bir layd motif var gibidir tüm ayetlerin arkasından dipten akan bir
ıramak bir akıntı gibi akar bu.
1-) Veylün li külli hümezetin lümezeh;
Vay hâline
tüm hümeze (arkadan dedikodu yapıp çekiştiren) ve lümeze (kınayıp tahkir
eden) güruha! (A.Hulusi)
1 - Veyl
bütün «hümeze lümeze» güruhuna. (Elmalı)
Veylün li külli hümezetin lümezeh yazıklar
olsun, vay gele şu hümeze lümeze takımına. Hümeze ve lümeze kavram çifti
demiştim, iki kutupluluğunu ifade eder Kur’an ın meseni özelliği gereği. Biri
gizli biri açık, biri arkadan biri önden çekiştirmeyi ifade eder. lügatlerde ki
tüm karşılıklarına baktığımızda vardığımız sonuç bu. Hümeze genellikle bir
kişiyi o yokken çekiştirmek, karalamak, ayıplamak, tahkir etmek. Lümeze diye de
bir kişiyi yüzüne karşı hatalarını vurmak, ayıplarını vurmak, ayıplarını yüzüne
vurmak manasına geldiğini görüyoruz.
Özünde bizim dilimizde ayıplama,
karalama, çekiştirme gıyapta yapılana da gıybet denilir. Aslında etin hükmünü
soranlar gıybet ediyorlarsa eğer, insan eti yemenin hükmünü sormalıdırlar. Doğu
toplumlarının temel bir hastalığı belki ondan Kur’an bu hastalık üzerinde ciddi
biçimde duruyor. Kur’an insanı bedevilikten medeniliğe çağırıyor. Bu anlamda bu
kavram çifti bize ahlaki bir zemin oluşturuyor. Birbirinizi ne yüzünüze ne
arkanıza çekiştirmeyin, dedikodu yapmayın. Muhasip değilsiniz Allah sizi hesaba
çekecek. Siz Allah’tan rol çalmaya kalkmayın.
İnsan eti yemek, hani Kur’an; …fekerihtümuh.
(Hucurat/12) diyordu ya. Kardeş eti yemekten bahsediyor ve arkasından da
tiksindiniz değil mi diyordu. Evet, tiksindirici bir şey. Bakıyorum bazen
mü’minler işte tavuk şöyle kesilirse hükmü ne olur, kasap eti şöyle keserse
hükmü ne olur, içinde emülgatör 428 varsa hükmü ne olur, lesitin şu varsa hükmü
ne olur, jelatin varsa hükmü ne olur diye güzel bir hassasiyet sergiliyorlar.
Fakat bu hassasiyeti sergileyenlerin çoğuna bakıyorum insan eti yersek ne olur
diye hiç sormuyor, düşünmüyor bile.
Kur’an insan
eti yemek diyor gıybete, arkadan çekiştirmeye. Bunu söyleyince hemen itiraz
şöyle yapılıyor; Ama biz olmayanı söylemedik ki olmuş olanı söyledik. Evet
efendim olmuş olan gıybettir. Olmamış olanı söyleyince iftira oluyor, o ayrı
bir şey onun hükmü de ayrı, cezası da ayrı. Olmuş olan, var olan ama duyunca
hoşuna gitmeyecek olan konuştuğunuz kimsenin duyunca hoşuna gitmeyeceği şeyleri
arkasından söylemek gıybet oluyor.
İşte bu
manada eğer toplum ondan zarar görecek ise bu zararı telafi etmek için söylenen
şey gıybet değildir. Kamuya mal olmuş insanların kamu önünde yaptıkları
hataları dile getirmek gıybet değildir. Yine kamuya mal olmuş, topluma mal
olmuş insanların gerçekte hakikate uygun olmayan ve başkalarının onu iyi
zannetmesi halinde kötülüğü üretmeleri söz konusu olan hususları dile getirmek
gıybet değildir.
Eleştiri
ile, çirkinliği tarif ile günahı dile getirmekle kötü şeyden sakındırmak için
emri bil ma’ruf, nehy-i anil münker yapmak için, iyiliği önerip kötülükten
sakındırmak için kötü olanı dile getirmek gıybet cümlesinden değildir elbette.
Kötülük zaten kötüdür, kötünün gıybeti değil, kötülüğü sakındırmak maksadı ile,
mev’ize maksadıyla, öğüt maksadıyla tarifi ve tasnifi yapılır.
Bunun
dışında kalan kişisel, bireysel, insanın onuruna yönelik her türlü gıyapta
taarruz gıybettir ve gıybet mü’minin ismetine, insanın ismetine hakarettir.
Onun için burada onun da daha ötesinde müşrik muhataplar üzerinden bir ders
verildiğine göre gıybet dostların, veya aynı inanca mensup insanların kendi
ismetlerine dönük bir ihlal, bir hata. Ama burada asıl insanın insanlığına
dönük bir temel problem dile getiriliyor hümeze, lümeze ile.
Bu temel
problemin arka planında yatan şey çok daha derin. Burada ilk muhatap olan
müşriklerin mü’minlere, mü’minlerin yüzüne veya arkasından yaptıkları alay,
küçümseme ve tahkir dile getiriliyor.
Malumunuz
Mekke de mü’minlere yönelik saldırı 4 aşamalı olarak gerçekleşmişti. Yani Mekke
müşrik ortamının imanın erlerine karşı 4 aşamalı bir planı vardı ve bunu yürüttüler.
1 – Gelen
vahyi, hakikati suskunlukla karşılamak, olmamış gibi görmek, görmezden gelmek,
unutuluşa mahkûm etmek.
2 – Alay,
hakaret, tahkir. İşte burada ikinci aşamayı gösteriyor. Bu sure 2. aşamanın
yürürlüğe girdiği, müşriklerin imana karşı mücadelesinde 2. aşamayı yürürlüğe
koydukları bir zaman diliminde inmiş bir sure. Tahkir, alay, hakaret, küçümseme
işte bu.
3 – İftira.
4 – Fiili
eziyet, eza, cefa ve hatta öldürme idi. İşte bu 2. aşamayı gösteren bir sure.
Veylün li külli hümezetin lümezeh önden
ya da arkadan, açıktan ya da gizli olarak çekiştiren, tahkir eden alay
edenlerin topuna birden veyl olsun, yazıklar olsun.
[Ek bilgi; GIYBET TÜRLERİ
1 - Alenî sade gıybet: Sevgili Peygamber (a.s.m.) gıybeti
“Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış; (1) “Din kardeşinin yüzüne
karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir” (2) demiştir. Bir kişinin
gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan bir şeyi söylemek,
alenî gıybetin ta kendisidir. Eğer hakkında konuştuğunuz kişi huzurda olsaydı,
cümlelerinizi, hatta o andaki duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız?
Eğer öyleyse- doğruları söylemeniz şartıyla- yaptığınızın adı gıybettir ve bu,
gıybetin en sade formudur.
2 - İftiralı gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder: “Eğer
söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada
bulundun.” (3) İftira,
kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi
gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime
uğramıştır ve tam olarak doğru değildir.
3 - Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden
geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü
olduğunun vurgulandığı âyette, Kur’ân şöyle der: “Ey iman edenler, zandan çok
kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini
araştırmayın.”(4) Bütün
zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini
kurtaramaz. Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir
kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile
gıybeti, ‘gözü ile kötü birşeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye
suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.
Peygamber (a.s.m.) der ki,
“Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kimse ölmeden o kusuru işler.”
Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin hangi şartlardan kaynaklandığını
nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar yoluyla kaderleri tarafından
eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken yönlerinin gizli bile olsa
gıybetini yapmaya ne hakkımız var!
4 - Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici
biçimidir ki, İmam Gazalî buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir. Gıybeti yapan
şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah
düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi
sevdiğini, iyiliğini dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o
kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir.
Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu
şekildedir: “Boş ver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken,
aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da,
içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.
5 - Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini
muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir.
Şöyle der Peygamber(a.s.m.): “(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.”
(8) Kur’ân bizi uyarır:
“Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa
bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (9)
Hasan-ı Basrî şöyle der:
“Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin sözünü de başkalarına
iletir. Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve hıyanet, hem de aldatma ve
haset, hem nifak, fitne ve hiledir.” Elbette başkalarının sözlerini
nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım veya aziz hocam şöyle
demişti...” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini, ancak sözün
sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip edebilir.
Yoksa, “Adam senin -veya filancanın- hakkında dedi ki...” şeklinde başlayıp,
sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler arasından
felaket beğenmeye hazırlansın.
6 - Kitlesel gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet
türleri tek tek bireyler hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan
toplulukları hakkında da olabilir. Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın
kurtulabilmesi için o topluluğun tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel
gıybet, bir insanın irtikap edebileceği, altından kalkılması en zor, en
acınası, en dehşetli gıybettir. Yukarda geçen âyetin “. Yoksa bilmeyerek bir
kavme sataşırsınız...”(11)
şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine
vurgu yapmaktadır.
7 - Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece
onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya
yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı
koymayan da katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale
etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle -gizli
biçimi hariç- ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş
gibidir.
Sevgili Peygamberin(a.s.m.)
“Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken
kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” (12) şeklindeki sözü,
gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan
çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu
korumayanı tehdit ediyor.
GIYBETTEN NASIL
KORUNURUZ?
İşte çözümler:
1 - Gıybet yapmamak…
2 - Övünmemek ve başkalarını küçümsememek…
3 - Kıskanmamak/kıskandırmamak…
4 - İkiyüzlü olmamak…
5 - Kendini temize çıkarmamak…
6 - Eğlence için aşağılamamak…
7 - Üzüntü veya öfkeye teslim olmamak…
8 - Alışkanlığa direnmek…
9 - Gıybet salgınına karşı korunmak…
10 - Failleri gizlemek…
Sonuç: Görüyoruz ki gıybet
konusunda hepimiz kendimizi eğitmeliyiz. Gıybetten korunmayı bize ancak biz
öğretebiliriz. Bu bir yetenektir, bir kişiliktir, bir alışkanlıktır. Okumakla
öğrenmiş olmayız, uygulayarak alışkanlık ve tutum hâline getirebildiğimiz
ölçüde başarılı oluruz. Sadece empati yapalım; kendimizi gıyabında konuştuğumuz
insanların yerlerine koyalım. Ya onların geçmişini aynen yaşamış olsaydık,
acaba onlardan farklı mı davranacaktık? İnsanların hata yapabileceklerini ve her
hatanın eleştiriyi hak etmeyebileceğini göreceğiz. Başkalarını ayaklarımız
altına aldığımız sürece, başımızı ayakların altından kurtaramayacağımızı
unutmayacağız. (Muhammet
Bozdağ)]
2-) Elleziy cemea mâlen ve addedeh;
O ki,
varlık topladı ve onu tekrar tekrar saydı (her
gün banka hesabına bakıp ne kadar param varmış, kontrol etti. A.H.)! (A.Hulusi)
2 - Ona
ki bir mal toplamış ve onu saymaktadır. (Elmalı)
Elleziy cemea mâlen ve addedeh o
tip, bu bir tip burada tipolojiler gündemde isimler değil. İsim şu veya bu
olabilir. Zaten Kur’an isimlerden bahsetmez. Kur’an kötülerden sadece ve sadece
Ebu Leheb’in, iyilerden de Zeyd’in ismini verir Allah resulü dışında
yaşayanlardan. Bunun dışında Kur’an ın inanmayan ya da inanan muhataplarından
başka birinin ismini Kur’an da göremezsiniz. Neden? Kur’an tipolojiyi verir.
Çünkü o tip hayatın her alanında her zaman ve zeminde bulunabilir. Kendi
çağınızda bulabilirsiniz o tipi. İster kötü, ister iyi tip olsun o tipi
bulabilirsiniz ve işte bu ayet bu tipi çiziyor dersiniz.
Kur’an ın çağlar zamanlar ve
zeminler üstü hitabının mesajının da amacı budur zaten yoksa zamanın herhangi
bir döneminde yaşayıp ölüp gitmiş, tarihte kalmış bir tipten bahsetmez Kur’an.
Kur’an ın bahsettiği iyi ve kötü her tipoloji her zaman ve zeminde karşımıza
çıkacak bir tiptir. Tıpkı burada ki tip gibi.
İşte o tip Elleziy cemea mâlen ve addedeh malı
biriktirdi ve saydı. Burada tipin özelliğinden söz ediyor. Malı biriktiren ve sayan
bir tip.
3-) Yahsebü enne malehû ahledeh;
Sanır
ki varlığı, onu ebedî dünyada yaşatacak hâlde! (A.Hulusi)
3 - Malı
kendisini muhalled kılmış sanır. (Elmalı)
Yahsebü enne malehû ahledeh düşündü
ki o, hesap etti ki malı kendisini ölümsüzleştirir, ebedileştirir. Malı
biriktiren ve sayan bu tip malının kendi,sini ölümsüzleştireceğini zannetti.
İki ayeti birden tercüme edersek daha iyi anlaşılır.
Evet ve addedeh diyor sayan. Aslında
burada yığan, mecazen o manayı veriyor malı biriktiren, yığan. Tekasür suresini
hatırlatıyor. Elhakümüt tekâsür, Hattâ zürtümülmekabir.
(Takâsür/1-2) çoğalma tutkusu sizi öyle oyaladı, öyle oyaladı ki ta kabre
girinceye kadar, ölünceye kadar. yani çoğalma tutkusuyla oyalana oyalana ölüp
gittiniz. Bu tutku sizi öyle bir sardı ve tutukladı ki yüreğinizi işlemez hale
getirdi. Mal sizin köleniz olacağı yerde siz malın kölesi oldunuz, mal sizin
efendiniz oldu. Allah onu sizin emrinize vermişti fakat siz onun emrine
girdiniz.
Orada ifade
edilen hakikat aslında burada farklı bir boyutuyla dile geliyor. Yahsebü enne
malehû ahledeh Ahledeh; ölümsüzlük, zannetti ki malı kendisini
ölümsüzleştirir. Mal ölümsüzleştirir mi? Servet ölümsüzleştirir mi? makam,
mevki, para, pul insanı ölümsüzleştirir mi? Öyle olsaydı malı çok olanlar ölmezlerdi,
bir biçimde yaşamanın yolunu bulurlardı, ölüme karşı tedbir alırlardı ve
ölümsüzleşirlerdi. Öyle olsaydı kendisini ölümün elinden satın alacak kadar
serveti olanlar ölüme o bedeli öderler ve kendilerini satın alırlardı. Ama
görüyoruz ki hiçte öyle değil, ölüm karşısında yoksul ve zengin yok. Ölüm
karşısında yüksek ve alçak yok, ölüm karşısında sınıf yok, ölüm geldi mi
hepsini buluyor. Ölüm geldiği zaman hiç kimse kaçamıyor.
Evet, tıpkı ayetin buyurduğu
gibi; Eyne ma tekûnu yüdrikkümül mevt.. nerede olursanız
olun ölüm gelir sizi bulur. velev küntüm fiy burucin müşeyyedeh. (Nisa/78)
isterseniz sağlam kulelerde, sağlam kalelerde olun ölümden kaçamazsınız. Onun
için varsılın varlığı ölümden kendisini satın alamıyor. Ölümün elinden
kurtaramıyor.
İşte burada
insanın ebedileşme tutkusuna bir atıf var. Biz bu tutkuyu şeytanın Âdem’i ve
Havva’yı insanoğlunun sembol atasını aldattığı ve aldatırken kullandığı
argümandan yola çıkarak hatırlıyoruz. Ne diyordu? en teküna melekeyni ev teküna minel
halidiyn. (‘araf/20) iki melek olmak istemez misiniz ya da
ebedileşmek, sonsuzca yaşamak dünyada istemez misiniz? O zaman Allah’ın
yasakladığı bu ağaçtan yiyin. Yani Allah’ın yasağını çiğneyin.
Niye?
Ebedileşin. Demek ki insanoğlu ezeli olarak şeytanın tuzağına hep ebedileşme
problemi, ebedileşme arzusu yüzünden düşüyor. Oysa rabbimiz de insana ebedi
yaşayacağı bir dünya gösteriyor ama o bu dünya değil, öte dünya. O bu âlem
değil öte alem ve o alemde ebedi mutluluğun yolunu da gösteriyor. Onun için bu
dünyada ebedileşmeye çalışmak insanın kendi kendisine söyleyeceği en tumturaklı
yalandır. Olmayacak bir duaya âmin demektir.
Ne
buyuruyordu Kur’an; Senden önce hiç kimseye bu dünyada ebedilik vermedik, evet
Ve ma
ce'alna li beşerin min kablikel huld. (Enbiya/34) senden önce biz
hiç kimseye ebedilik vermedik, yani sana da vermeyeceğiz diyor Allah resulüne
doğrudan, yekten. Dolayısıyla insanoğlunun dünyada ebedileşme, dünyaya kazık
çakma, kazık kakma merakı, tutkusu haddi zatında tek dünyalılığın bir
göstergesi, tek dünyalılar yapar bu hatayı, iki dünyalılar yapmaz. Tek
dünyalılar neden böyle isterler, çünkü tek dünyaları var ve o da ellerinden gidince
ellerinde hiçbir şey kalmayacak. İki dünyalının böyle bir talebi olmaz. Hatta
bırakın bu talebi iki dünyalı vakti geldiğinde bir an evvel gidip yerine
yerleşmek ister. Onun için güzel yaşamış, iman ile yaşamış mü’minlerin ahir
ömürlerinde artık ahireti özledim cümlesini işitirsiniz. Tek dünyalı bunu
söyleyemez mümkin değil, servet yığsan bunu söyletemezsin. Ahireti iki dünyalı
mü’minler özler.
Efendimizin son sözü o değil
miydi İlel rafi’kıl alâ evet Allah’ın katında ki yüce dostların yanına, yüce
dostlar katına. Dolayısıyla eğer yüce dostlarını özlemişse insan yüce dostların
yanına gitmeyi de özler. Onun için iki dünyalı ve tek dünyalı arasında ki farkı
görüyoruz.
Servet demek ki insanın efendisi
olursa insan servetinin yanında kalmak istiyor. Yani köle efendisinden ayrılmak
istemiyor. Gönüllü tutukluluk, ama insan servetinin efendisi olursa sırtına
biniyor ve ahirete bir burak üstünde gider gibi gidiyor yüceliyor. Onun için
burada malın nasıl insanı tutukladığı, nasıl insanı köleleştirdiği dile
getiriliyor. İnsanı köleleştirince mal tek dünyalı yapıyor.
4-) Kellâ, leyünbezenne fiyl hutameti;
Hayır,
(iş sandığı gibi değil)! Yemin olsun ki o, Hutame'ye (insanı darmadağın edip göçertene) atılacaktır. (A.Hulusi)
4 - Hayır
celâlim hakkı için atılacaktır o (tamuya) hutameye. (Elmalı)
Kellâ yo..! asla böyle yapmayın, bu
doğru değil bu kendi kendinize kıymak olur. leyünbezenne fiyl hutame and olsun ki yemin olsun
ki bu tipleri hutameye atılacaklar, hutameye sokulacaklar.
5-) Ve mâ edrake mel hutameh;
Hutame'yi
sana bildiren nedir? (A.Hulusi)
5 - Ve
bildin mi hutame ne? (Elmalı)
Ve mâ edrake mel hutameh kırıp
geçiren bir ateş diye çevirebiliriz hutameyi, kırıp geçiren. Yani hücresine
kadar yok eden bir ateş. Hiçbir şey bırakmayan, hani dünyada ki ateşler kül
bırakır ya, oradaki adeta hiçbir şey bırakmayacak. Veyahut ta şöyle
diyebiliriz. Öyle bir ateş ki dünyada ki ateşler yakarlar, yakma bittikten
sonra yani en iç dereceye 1. dereceden yanık olduğunda veya 3. dereceden mi
diyorlar (Evet 3. derece olacak) en derin yanık, artık acı duymaz. Çünkü
hücreler yanmıştır. İnsanın beynine acıyı iletecek deri hücreleri yandığı için
artık, ama burada değil, yangın ne kadar derine işlerse acı da o kadar
büyüyecek, işte böyle bir acı.
Ama ben hutameyi çevirmiyorum
çünkü Ve mâ
edrake mel hutameh hutamenin ne olduğunu sen nereden bileceksin,
sana ne bildirdi. Kur’an da nerede edrake
geldi mazi biçiminde geldi, onun cevabı gelmiştir der otoritelerimiz. Ama
nerede muzari geldi, yudrike geldi onun cevabı verilmemiştir der. Gerçekten de
bu istikrai okumanın doğru olduğunu görüyoruz. Ve mâ edrake mel hutameh hutamenin
ne olduğunu sen dirayetle bilemezsin, Allah rivayet etsin de oradan öğren.
6-) Narullahil mûkadeh;
(O Hutame, fıtratından gelen bir şekilde bilincinde açığa
çıkan) Allâh'ın tutuşturulmuş Nârı'dır!
(A.Hulusi)
6 - Allahın
tutuşturulmuş ateşi. (Elmalı)
Narullahil mûkadeh o Allah’ın
tutuşturduğu bir ateştir. Narullahil mûkadeh Allah tarafından tutuşturulmuş
bir ateş. Allah’ın ateşi elbette ki insanın ateşine benzemez. Neden böyle diye
soracağız tabii ki. Ama önce şu cevabı bir okuyalım.
7-) Elletiy tettali'u alel ef'ideh;
O ki çıkar
(kaplayıp örter)
FUADlar (Esmâ mânâ özelliklerini şuura
yansıtıcılar) üzerine. (A.Hulusi)
7 - Ki
çıkar gönüller üstüne. (Elmalı)
Elletiy tettali'u alel ef'ideh öyle bir ateş ki o yüreklerin üzerinde yanar. O duyguların
ya üstünde yanar. Tabir caizse insanı yüreğinden tutuşturan bir ateş, insanı ta
ciğerinden yakan bir ateş manasına geliyor. Yüreğin cehennem kesilmesi desek
olur mu? Olur.
Evet,
neden bu kadar keskin değerli dostlar. Neden? Sualimizin cevabı suremizin
içinde. Rabbimiz her şey senin için seni ise benim içinsin demiş insana. Malı
senin için yarattım, yeri göğü senin için yarattım, mülkü senin için yarattım, yeryüzünü
senin için donattım, ama seni kendim için yarattım. Allah kendisi için
yaratmışken insanı. İnsan efendisi olacak, düşünün efendisi olduğu yerde malın
eğer kulu kölesi oluyorsa işte bu felakettir. Bu öncelikle Allah’a ihanettir,
Allah’ın hakkına ihanettir, Allah’ın hakkına ihanetin cezası yüreğin cehennem
kesilmesidir. Hadise budur.
Bakınız
çok ilginç bir şey geldi aklıma, beşeri aşktan ilahi aşka geçmek daha kolaydır.
Neden? İnsan eşrefi mahlûkattır, mahlûkatın şereflisi. Allah ise eşrefi
mevcudattır, mevcudatın en şereflisi varlığın. Mahlûkatın şereflisinden
mevcudatın şereflisine geçmek kolay. En azından insan geriye dönmemiştir.
Allah’a da dönmemişse olduğu yerde kalmıştır. Ama insanın mala yönelmesi
Allah’a dönüşünün tam tersidir, yani geriye gitmektir. İnsan göğsünü mala
dönerse, dünyaya dönerse, servete dönerse, sırtı Allah’a gelir. Onun için
rabbimiz mala yönelişi bu kadar sert bir biçimde cezalandırıyor. İşte bunu
düşündüğümüzde daha kolay anlıyoruz.
Ef’ideh;
Fuad, duygusal yeteneklerin tümünü birden ifade eder. Özellikle çoğul geldiği
yerlerde. Tekili fuad dır. Yalnız manevi duygular için kullanılır Kur’an da.
Kalp bazen maddi bazen manevi, ama bu yalnız manevi, bütün bir iç dünyayı ifade
eder. Aslında fe’d; ateşte kızartmak, ateşli hastalık, kalbin yanması manasına
gelir. ..nüsebbitü Bihi fuadek..
(Hud/120) diyordu ya, peygamber kıssalarını biz vahyi kalbinde tespit edelim,
sabit kılalım diye anlattık buyuran ayeti hatırlayalım.
Dolayısıyla
burada fuad; Elletiy tettali'u alel ef'ideh iç
dünyanın tamamını kaplayan bir ateş olduğunu anlıyoruz hutamenin.
8-) İnneha aleyhim mu'sadeh;
Muhakkak
ki o (Hutame)
onların üzerine kapatılıp kilitlenmiştir (içinde
ebedî mahpusturlar). (A.Hulusi)
8 - O
kapatılacaktır onlar üstüne. (Elmalı)
İnneha aleyhim mu'sadeh o ateş, o
hutame; o tiplerin üzerine güdümlenecektir. Mu’sede, el İ’sa; güdümlenme,
kilitlenme manasına gelir. Yani tam da üzerlerine güdümlenecek, kaçıp
kurtulamayacaklar. Neden? Çünkü aslında ateş dışardan gelmeyecek, ateş
içlerinde olacak, cehennemini yüreğinde taşıyacak. Neden? Çünkü Allah onu
kendine kul olsun diye yarattı, o gitti kendisi için yaratılmış olanın kulu
oldu, malın kulu oldu, servetin kulu oldu. Rabbimizin çok gücüne gidiyor. İnsan
gibi şerefli bir varlığın servetin kulu olması.
9-) Fiy 'amedin mümeddedeh;
Uzatılmış
direkler içinde. (A.Hulusi)
9 - Uzatılmış
sütunlarda. (Elmalı)
Fiy 'amedin mümeddedeh Evet, orada
ebediyen kalacak, öyle yuvarlakça çevirelim. Yani o ateş mi yüreğinde kalacak,
insan yüreği mi ateşte kalacak diye sormaya gerek yok. Aslında ateş içinde
olacak ve o ateş orada ebediyen kalacak.
Rabbim sizi ve bizi bu duruma
düşmekten muhafaza buyursun, bizim emrimize verdiği servetin, malın emrine
girmekten, bizim çok iyi kölemiz olsun diye yaratılmış olan bu şeylerin kölesi
olmaktan bizi muhafaza etsin.
Amin diyor yeni suremize
geçiyoruz.
{ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi
Rabbil alemiyn. (Yunus/10)
Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder